belirtmeliyim ki; bu bir hayal ürünü değil,
bu bir senaryo değil.
bu, hafızamda üçüncü dereceden bir yanık.
burada anlattığım her şey salt gerçek. kahretsin ki, burada ismi geçen kişi ve kurumlar gerçek. tepeden tırnağa. keşke olmasaydı.
yaz stajı yaptığım dönem, yok pahasına. devlet dairesi, ücret yok. yol, yemek yok. su bedavaydı bir ara, damacana çabuk bitiyor diye personel kendi arasında para toplayıp almaktan da vazgeçmişti. içecek su bile yok. saç sakal serbestti. bir de dostoyevski, saatleri beraber öldürüyorduk. sakalım olmadığı için beni alakadar eden bir mevzu yoktu. terasta bol keseden sigara molası vardı, ve kot pantolon. belediyede bilgi işlem bölümü. sabahtan akşama dek bilgisayarın başında oyun oynayan kokoş teyzelerin çağrısına gidiyorduk genelde. dört katlı bina, üçüncü kat. bilgi ve siktiriboktan bütün işler için bizi arayın, bölümü işte. bilgisayar ağı hata verir, ararlar. öğle molasına çıkarken bilgisayarı uyku moduna alıp dönüşte açamadığı için arayanlar.. onu da siktir ediniz, elektrikler kesilmiş,
bu bilgisayara ne oldu birden kapandı, diye arayanı bile var. emsali görülmemiş bir kitleyle iki ay geçirdim. yaz günü, herkes göt gezdirirken ben diyette olan didem ablanın light sütü için sokak sokak geziniyordum yani. stajyer, literatüre “ayakçı” olarak geçmeli. bölüm iki odalı, odanın içinde bir oda daha var. biz, sekiz kişilik stajyer grubu olarak orada beraber paylaşıyorduk oksijeni. hiyerarşik bir düzen yok, hepimiz ayakçıyız. sadece bazılarımızın sakalı var. onlar belediyenin imkanlarından daha fazla faydalanıyordu işte. ben ve ömer. sadece ömer’in ismini söylüyorum çünkü diğerlerinin bu satırlarda yeri yok. aslında benim de yok. ömer’in de yok lan. bu bizim hikayemiz değil, ama ömer’i severdim. güzel çocuktu. adını da bundan zikrettim zaten.
içeridekiler de okan müdür, mesut ağbi, diyette olmasına rağmen sürekli kilo alan didem abla, yağız ağbi. yağız ağbi elli küsur yaşlarındaydı. bilgi işlem bölümünde olmasına karşın, bilgisayarı ütopya olarak görüyordu. sadece açıp kapamayı biliyor. bütün iş saati boyunca beşiktaş’ın transfer haberlerini kovalayıp, açık çay içerdi. adam, oturduğun yerden para kazanmak, deyiminin somutlaşmış haliydi. para kazanmak için hiçbir şey yapmıyordu. salt torpil. bir stajyer daha vardı, yasin ağbi. ben onun son dönemine denk geldiğim için bahsetmeyi unuttum. yasin ağbi stajyer olmasına rağmen askerliğini çoktan yapıp gelmiş, otuzlu yaşlarında. üniversiteyi nihayet bitirmek üzere, son stajı. bilgisayarın herhangi bir yerindeki parçayı kendi uzvuymuş gibi bilen, her şeyi yiyip yutmuş, görmüş geçirmiş bir adam. stajı bittikten sonra belediyeye girmek için iş başvurusu yaptı, reddedildi. yağız ağbi de onun hakettiği masanın başında oturup, onun hakettiği parayı yemeye devam etti.
geçenlerde yemek siparişi verdim eve, rastlantı işte siparişi getiren kurye yasin ağbiydi. sırtını yaslayacak bir duvar bulamayınca umudu kesip yiyecek sektörüne yönelmiş. yine getir-götür işi, bu kez altında motor var. yadırgamak değil bu, bir sitem. neyse, zaten bu hikayenin ana karakteri yasin ağbi ya da yağız ağbi de değil.
sabah 9, akşam 5. alarm her sabah çaldığında istisnasız her şeye küfrediyordum. her şeye. birçok insanın uyuduğu saatte uyanıp kendini kullandırmaya gidiyorsun. görev yaman, çiğdem ablanın light sütü, yağız ağbinin açık çayı, okan müdür’ün ağrıyan omuzlarına masajı seni bekliyor.
tam mesai saatinde orada olacaksın, tam mesai saati bitince ayrılacaksın. biraz geç kal, biraz erken çık, okan müdür fırçalar. bunun için para alıyor, tek vasfı o çünkü.
hafta içi bir gün, akşamına mahalleden hasan ağbinin düğünü var. biraz erken çıkmak için izin istedim, nitekim birkaç yalan karşılığında kopardım izni. saçımı kestirdim, gömleğimi ütüledim. belirli bir uzaklıktan bakarsan yakışıklı bile sayılırım. festival düğün salonu, mahallenin yedisi-yetmişi orada. yaş ortalaması 116 falan. aşiret düğünü olduğu için kalabalık. silahlar patlar diye tetikteyiz. serkan ağbi -kendisi hasan ağbinin kardeşi oluyor. baran ağbi, ben, mert, kutay aynı masadayız. serkan ağbi düğün sahibi olduğu için koşuşturuyor. bir ara halaya kaldırdılar, halay başıyla halayın sonundaki kişinin arasındaki mesafe matematik problemi sayılır. en başındakiyle, en sonundaki kişinin arasında saat farkı var. öyle kalabalık. gece kavgasız gürültüsüz bitti diye sevinirken, hasan ağbi orkestrayı dövmek için harekete geçti bir ara. eski gece kulübü sahipleri, hasan ağbi sürekli müşterileri dövdüğü için battılar. meyhaneden devşirme küçük bir mekanları var şimdi. ölürken geçen film şeridi var ya, hasan ağbi elinde rakıyla, omzunda beşiktaş atkısıyla geçecek önümden muhtemelen. düğününde, sahneye beşiktaş marşıyla çıkan son derece beşiktaşlı bir ağbimiz. ayık olduğu bir anı yok ona ait bende. ana sütü yerine bira içtiği rivayetleri var adamın, öyle bir adam. orkestraya tav olma nedeni saat onikiden sonra çevreye rahatsızlık vermemek adına orkestranın istek parça almadan yavaş yavaş organizasyonu sonlandırmak istemesi. bakarsan adamlar haklı, ama gel gör aşiret düğünü, adamlar ana karnından halay mendiliyle çıkıyor, sadece oynamak için gelmiş bir kitle var oraya. ek olarak hasan ağbi faktörü. biraz gerginlikten sonra orkestra boynu bükük devam etti çalmaya. gecenin sonuna planlar yapıldı, serkan ağbi bir yetmişlik viski atmış zulaya. ben, serkan ağbi, baran ağbi, mert, kutay göze basmadan gecenin sonunda demleneceğiz bir yerde. yavaştan gecenin sonu gelince ben gidip arabadan viskiyi aldım. mert, ben, kutay gazikent tarafında bir parka geçtik. çok geçmeden baran ağbiyle, serkan ağbi de geldi. ben ertesi gün staja gideceğim diye pek haşır neşir olmadım viskiyle. saat üçe merdiven dayamıştı ayrılmak üzere kalktık, yerde çöp bırakmadık tabi. hassasız bu konularda, yere çöp atan göttür. serkan ağbinin isteği üzerine ona iki tane kırmızı tuborg aldık. o bakkal 7/24 açık. sağ olsun, kimsenin saat 10’u geçtikten sonra rahatlıkla alkol satamadığı ülkede, o, sabaha karşı üçte bile şifa dağıtan bir ağbimiz. ruhuna pranga vurulmamış ama dükkana kilit vurulmasın diye pembe poşetin içinde veriyor alkolü.
mert ve kutay beraber kalktılar. ben, serkan ağbi ve baran ağbi beraber kalktık. onlardan ayrı bir istikamete doğru yol aldık. üç çeyrek gibi mahalledeki muhtarlığın oraya çöktük, serkan ağbi orada devam etti içmeye. sohbet bitmeden uzuyordu. aroması kaçmış sakız gibi bir süre sonra alınan haz, yerini ızdırap hissine bırakıyordu. ben sabah nasıl uyanacağımı düşünüyorum, müsade istemek için söze girdim, serkan ağbi, şu biram bitsin beraber kalkarız, dedi. tanıdık bir sahne. serkan ağbi son birasıyla nam salmış bir ağbimiz. ortamın ahengi bozulmasın diye, o bira sidik gibi olana kadar ağır ağır içer. o bira bitmeden kalkamaz oradan kimse. bir çeşit işkence yöntemi. bunu duyduktan sonra eşeğine kırbaç vurulmak istenen sezercik gibi dehşete kapıldım, çok sürmedi. 18 saniye sonra muhabbete devam ettik.
zaten konuşulacak şeylerin sırası bellidir. beşiktaş, fenerbahçe rekabeti ile başlanır. futbolla yatıp kalkan adamlar olduğumuz için alkolün de tesiriyle birbirimizin kafasında bira şişesi patlatmazsak sohbet ilerleyerek devam eder. ardından biri zehri salar siyasete döneriz. neyse ki hepimizin görüşü birbirine yakın. ağız birliği ile ritüel yapıp politiklere ağız dolusu küfür ederiz. işler böyle yürür çünkü. cebin doldukça, ağzındaki isyan törpülenir. ters orantı. ağzımız, cebimizden kalabalıktı.
konuşacak bir şey kalmamıştı, serkan ağbinin son birasının da bitmeye gönlü yoktu.
kulağına bir şeyler gelmiş serkan ağbinin. mahallede yirmili yaşlarında düşkün bir genç kız, nereden geldiği belli değil. birileri bu kızın sırtından para kazanıyormuş. bir defa görmüş serkan ağbi; esmer, küt saçlı, incecik, çelimsiz bir kız. pazar yerinin yan tarafındaki küçük cepte, hurda olmuş, camları kırık dökük bir araba vardı, orada yatıp kalkıyormuş. gece çok soğuk olursa camide kalıyormuş bazen. üstünde bir askılı sadece. üzerinde çok durmadık bile. beşiktaş-fenerbahçe rekabetinin yarısı kadar konuşmamışızdır. genelde böyle olur, bir felaket seni teğet geçtiyse, az sonra hiçbir şey olmamış gibi o yolun ortasından yürümeye devam edersin. ta ki, bir araç gelip seni dümdüz edene kadar. şimdi düşünüyorum da,
biz insanlar, tanrının portresinde kusurlu birer fırça darbesiyiz sadece.
o gece her birimiz evimize gidip uyuduk, bir felaket bizi ıskalamıştı. uykumuz vardı ve sıcak yataklarımız. bir fırtına, henüz güvertemize misafir olmamıştı, bir araç gelip bizi dümdüz etmemişti. bir hurdada değildik ve camlarımız sımsıkıydı. örttük üstümüze yorganımızı ve içimize karanlığı.
bir daha da konuşmadık,
onun yine bir askılısı, bir terliği vardı,
bizim bedenimizin üstü katlarla örtülü, insanlığımız yalınayaktı.
biz, onu hiç hatırlamamak üzere evlerimize dağıldık.
aradan aylar geçti,
birkaç gece önce, gece yarısı şahin tepesinde bağrışmalar duydum. polisi aradım, durumu anlattım. apartmanın önünde bekleyip, yolu izlemeye başladım. bağrışmalar bir müddet sürdü, daha sonra kesildi. polisi arayalı 30 dakika geçmişti. gelen giden yok, derken, ağır ağır ilerleyen bir ekip gördüm. şahin tepesi tarafına gitmesi gerekirken, farklı bir yöne doğru gidiyordu. peşinden koştum, otobüs durağının yakınlarında fark ettiler beni, durdular.
ağbi, dedim. arayalı yarım saat oldu.
biz ihbar üzerine gelmedik, dedi. devriyeyiz.
başımdan aşağı kaynar sular döküldü, alelacele durumu anlattım.
tamam biz bir bakalım o zaman, dediler.
gittiler şahin tepesine doğru, çok geçmeden bir de ambulans çıktı ardından.
ertesi sabah mahalledeki küçük çocuklardan öğrendim. ismini bile bilmediğimiz, esmer, küt saçlı, çelimsiz kızmış.
tecavüz edip, defalarca bıçaklamışlar. yolun kenarına bırakıp kaçmışlar.
ailesi sırt çevirmiş, uyuşturucuya saplanıp kalmış. defalarca ölmüş aslında.
bu kez terliği de yokmuş ayağında,
yattığı hurdanın camlarını gazete kağıdıyla kapatmış, korumamış onu gazete kağıtları.
kan kaybından öldü, demişler.
biz, o gece susarak öldürdük onu.
ismini dahi bilmiyorum, bu senin hikayen.
biz, o gece sustuk ve sen öldün.
sustuk
seni biz öldürdük.