22 Kasım 2018 Perşembe

yankı

yirmiikiotuz otobüsündeyim, yirmisekiz numaralı koltuk, cam kenarından; gelip geçen şehir ışıklarını, uzaktaki evlerin loş lambalarını seyrediyorum. bu ay içinde geçtiğim kaçıncı şehir, geçen kaçıncı ışık, uzağından izleyip içinde olamadığım o sıcak evlerin kaçıncı loş lambası bilmiyorum, saymaya da cesaret edemedim. 
beni bu ihtirasla kaçmaya iten şey neydi, 
hangi şehir, hangi insanlardı? 
bir mahkemeye daha metanetim yok, zaten bendeki vicdan; hep kendine kalem kıran yargıçtı. karıştım yolcuların kokusuna, savruğum rüzgarlar gibi; oradan orayayım, dağınık valizlerin mümessili yahut bütün o loş şehir ışıklarının kendisiyim artık. 
yine de, keşkelerim oluyor bazen, keşke bu denli soyutlanmasaydım. ayıklanmasaydım o kaldırımların içinden, kalabalıkların içinden sıyrılmasaydım. keşke bu denli karanlıkta kalmasaydım. gölgem olmalıydı ardımdan gelen diyorum. 
belki de bir çift el olmalıydı peşinden sürükleyen
ya da o yolun sonunu görmeyi heves ettirecek bir sebep. 
sakal oturuyor yüzüme efil efil ve silleleriyle bir çocuğu adam ediyor hayat:
son ders zilinden sonra okulun kapısında bekleyecek bir annesi olmalıydı küçük çocuğun
ve 
bir yolun sonuna varınca karşılayacak birisi olmalıydı yolcuyu. 
her seferinde sonları büyütmemeliydi otogarlar, valizi tam, kendisi eksik insanları taşımamalıydı otobüsler 
ve artık mutlu günler barındırmalıydı eylüller. 
kalabalık otobüslerin tekli koltuklarında ismim, alnıma kazılı mukadderat gibi, artık değişmeyeceğini biliyordum üzerime yapışmış kederimin, kaderin kabuğuna çekilmişim.
ben, yalnızlığı hep gömleğimin cebinde taşıdım.
tanrım, bilfiil, beni; adem’deki yalnızlığın balçığıyla sıvamıştın. 
anlatmak istemişim kirlenmiş kelimelerim, tükürmüşüm. 
zayi olmuş sözcükler, sessizliğin namahrem çıplaklığıyla dudaklarımın arasına saklanmış dilim, hiçbir kulağa küpe olmamış sesim. 
bu sükunete yaverlik etmiş ağzına dek dolup taşan kaldırımlar, sonu gelmeyen biralar, ayazda hızlı hızlı yürünen bütün ara sokaklar. 
anlatmak isterken dudaklarının arasında yitirdiğin kelimelerin varsa, susmak; kelimelere yenilmekmiş biraz da.
kaçmak istedim; insanların pespayeliğinden, içinin kokusundan, bu sükunetten; beni susmaya iten bütün mecburiyetlerden saatlerce, kilometrelerce uzağa kaçtım. kitaplara, cam kenarı kesilmiş biletlere tutundum. dinlenme tesislerinde sigaralara tutkundum. 
otogara vardığımda yükümü, sancımı, kapının önünde bıraktım. dörtyüzoniki kilometre geldim. bana öğrettiklerini, yaşattıklarını, yürüttüğü sokakları; bana yazdırdığı hikayeyi buruşturdum çöpe attım bir şehrin. 
özenli bir başlangıç, kirlettiğin sayfaya silgi vurmak kadar zahmetsiz değilmiş. 
ağırlığın sırtındaki çanta değilse, yükün hafiflemezmiş.
-ve eksikliğini hissettiğin şey, omzunda ağırlık olan şeyle aynıysa şayet 
yürüdüğün sokaklar değişse de yürüyüşün değişmezmiş. 
ne kadar kaçsam, ne kadar uzaklaşsam, kaç şehir atlatsam da bu yazgıyı atlatamayacaktım. çünkü, maruz kaldığım senaryo, bir sonraki durakta yine beni bekliyor olacaktı. 

-ama
biz yine de gidelim, bir yankı yapsın ıssızlığa. 

“ey sevda kuşanıp 
yollara düşen 
bilesin bu yollar dağlar dolanır
yare ulaşmadan düşersen eğer 

yarına sesinin yankısı kalır..” 

11 Ağustos 2018 Cumartesi

lal

gecenin zifirinde
hafif sallanarak 
tek başıma uzun uzun yürürken keşfettim kendimi 
dişlerim sıkılı, tırnaklarım etimdeydi
mecbur kalmadan kimsenin geçmediği o tenha sokak
hayatımın ikinci dönüm noktasına birebir şahit oldu o gece

varacağım yeri tasvir etmeden olduğum kişiden arındım
aslında sadece arındığım bedene uygundum
ruh olduğum bütün bedenler ya büyük oldu 
ya da içine sığamadım
inkar ettim olduğum kişiyi 
bulduğum hayatı 
mayam buydu, ben bu hamurda yoğruldum
bütün hayatlardan
bütün bedenlerden kovuldum
ama hep bir tortu kaldı
bütün aynalarda eğreti durdum
bütün fotoğraflardaysa flu
rol bulduğum bütün senaryolarda
aslında konuk oyuncuydum 

bağrında yarasıyla gelen herkese sargı oldum
sonunda o kan durmuş 
bense 
üzerime sinmiş kokuyla
elimde kalmış lekeyle
kursağımda kalmış hevesle 
öylece durdum
yarayı açan ben değildim
ama 
kapımı çalan herkese merhem oldum

bu şehirde benim için inanacak hiçbir şey kalmadı 
gerçi
benim için inanmak bütün kötülüklerin anasıydı
çünkü ben ilk kez anneme inandım
ve 
annem beni terk ettiğinde altı yaşındaydım

yaşadığıma inandıracak kadar 
benzemiyor bana 
aynadan yansıyan portre
karanlıktaki gölge
dört duvardan yüzüme tokat gibi çarpan sesimdeki yankı 
bana benzemiyor
somut göremiyorum kendimi artık 
titreyen ellerimi sığdıracak bir cep bulamıyorum 
bacaklarımın altına saklıyorum
yakası lekeli bir gömlek değilim
belli belirsiz bir lekeyim bu hayatta

biri sıvazlasaydı sırtımı
biri; bir omuz paylaşsaydı
bak, derdim 
bu benim eksiğim 
bu benim, eksiğim
paylaşırdım zifiri geceyi
bazen insan 
yere düşen kelimeler yerine 
yanağını, saçını tavaf eden bir çift elle de anlatmak isteyebiliyordu derdini 
hatta belki 
birbirine değen iki çift göz
“geçecek” diyebilmenin dilsiz haliydi


20 Haziran 2018 Çarşamba

mezar taşına notlar

sevginin iyileştireceğini, onaracağını umut ettim. 
heybemizi doldurmasa da hasadı
bir avuç bile olsa yaşam serper, diyordum içimdeki çorak toprağa.
yanılgıların adamıydım
fidan bitmedi diye kavrulduğum içimdeki şu toprağa, beton döktüler. 

uzanmış bir ele ihtiyacım vardı, çekip çıkarmasa bile zifiri karanlıktan, derleyip toparlayacaktı üstümü başımı. 
belki çelimsiz bir omuz, dayamak için başımı.
eve dönmeye en kısa yoldan 
uyumaya uzun uzun sarhoş olmadan. 
sarhoş olmadan da uyumaya ihtiyacım vardı.

dedim ya
ben, yangınların ve yanılgıların verimli toprağıyım. 
rezil, rüsva.
yüzüm, gözüm kaldırım taşlarında.

sessizce ve utançla mezarından uyanan
katilinin mezar taşınaysa şiirler dokuyan benzi soluk bir adam.
bu gece, bu kabri son ziyaret edişim
mezar taşlarına dökülen son notlar
tırnaklarımın arasında kalacak olan son toprak
ve mezar taşları
toprağa karışana dek hatıraları da saklayacak. 
bu gece 
muhafaza ettiğim ne varsa 
boş mezarı dolduracak.
maktulden son not: 
elimden sana bunları yazmaktan başka bir şey gelmeyecek
ve artık
bizim seninle üstümüzden 
kuş bile geçmeyecek. 

biliyorum
zaman akıp gidecek
kursağıma meyleden yıkıntıya rağmen
karışıp gideceksin zamana. 
gözünün rengini, ferini,
ve alnında alelacele vuku bulmuş asma yaprağına benzeyen bir çift damarı anımsayamayacağım.
bu beni yaralayacak. 

kulaklarımda canlanmayacak sesin, unutacağım. 
bir sesi unutmaktan daha acısı varsa 
o da, o sesi zihninde canlandırmaya çalışırken hissettiğin çaresizlik hali
işte bu, beni öldürmeye girecek.
ve hiçbir zaman 
gözümün iğne deliği kadar yer kalmayacak şekilde seni tavaf etmiş olması
elimin saçına temas etmesi
kadar yatıştıran bir ağrı kesici olamayacak. 
ve tanrı da
seni bir kez daha boynundan öpmememin günahıyla, beni bu dünyadaki cehenneminde müebbete çarptıracak. 
duvarlara vura vura eleğinde törpüleyecek,
aşındıracak zaman yüreğimi. 
çok yıpranmış bir gömlekteki sökük gibi 
oturup bir gece aynanın önüne 
bir iğne 
bir iplik 
gövdeme dikeceğim seni. 

kim bilir 
belki ilkbahar yine kapımı çalacak
bir iskele ve mehtap 
tanrı da bir güzellik yapacak
ve başın bir parça omzuma çalacak.
belki de uyanacağım bir sabah musalla taşından 
güneş sızdıracak pencerem
kalabalık olacak sokaklarım
ve hatta
aş bile kaynatacak tencerem.
utancım 
sevmekten değil, sevgimi inkar etmekten
korkum
ardından gelmekten değil, geldiğim yere dönememekten.
çünkü ben 
göğsümde uyuttuğum birinden, alelade nefret edemem
ve ben, boynunun her karışını dolaştığım bir şehrin, şimdi yabancısıyım diyemem.

şimdi şöyle fısıldıyorum:

”ne mutlu aşkları yüzünden haysiyetlerini kaybetmeyi göze alabilen adamlara! 
hepinize afiyet olsun!”


emrah serbes 

23 Mayıs 2018 Çarşamba

bahar tundrası

bahar geldi, akşamüstü, günün batmadan hemen öncesi; tenha bir odadayken kalabalık bir fotoğraf karesine rastlamışım gibi, içimdeki boş duvarlarda çocukluğumun tamamlanmamış sesleri yankılanıyor sanki. siyah beyaz bir fotoğrafa bakarken karış karış içime serpilen huzur, şimdi, esen meltem eşliğinde, çatlamış, kupkuru dudaklara düşen tuzlu gözyaşları gibi. 
bahar, annemizin yemenisindeki solgun çiçekti, öyle demişti arkadaş zekai. bahar, leylakla beraber umut da getirirdi. bahar, başlangıçtı. 
bahar, geri ödemesiz verirdi heybesindekini. çünkü, yanılmıyorsam, bir bahar günü yaratmış olmalıydı dünyayı tanrı. akşam kızıllığı eksik olmasındı pencerelerimizden, esen meltemler tavaf etsindi dudaklarımızı, saçlarımızı. 
kumsala bir hevesle çıkan köpüklü dalgalar gibi, ansızın misafir olup, girer ya pencerelerden, balkonlardan, bilmez akşam kızıllığı kapı çalmayı, aylardan nisan, vakitlerden akşamüstüdür. 
ama artık, bahar benim için bütün sonların toplamı ediyor. geri dönüşü olmadan alınan biletler gibi, bir şehri ardında bırakmak gibi, bir şehri ardında bırakırken gözü kalmaz da insanın, o şehrin içinde bıraktığın bir küçük nokta bir daha hiçbir memlekette cümle bile kurdurmaz insana. 
ve bahar, geri ödemesiz almıştı içimdekini. 
ve hâlâ sönmedi, içimde kini. 
orhan ağbim gibi benim de şiir yazma hastalığım hep bu havalarda nüksetti. 
orhan veli’yi de mahvettiği gibi;
“beni bu güzel havalar mahvetti” 
şimdi bir mevsim öner bana, başlangıcı da bitişi de olmasın. ne utandırsın güneş görmeyen yerlerindeki yaralar, ne de boşluğu dövsün kelimeleri. çünkü, içimde duvara çarpan kelimeler var, kendi sessizliğimde boğuluyorum 
ama yüzdüğümü sanıyorlar. 
bir mevsim öner bana, klasiklerden olmasın. 
hiçbir şair ölmemiş olsun, yüreğine ekmek götürsün gönül işçisi. bir mısra daha söylemeye gerek kalmadan düzelsin her şey bu kez. 
düzelir mi? 
yoksa süregelen olumsuzluklar, zamanla rutin felaketlere mi bırakır yerini? 
bir şeyin hep en kötüsünü düşünmek, 
zamanla her şeyin en kötüsü oluyor. 
kötü gidişat yerini karambole yuvarlanan bir felakete bırakıyordu.
gövdem, yağmur yağdıkça akan bir çatı gibi yükünü içeri döküyordu. 
içeri aktı gözümdeki

ruhunun
rutubet koktuğu oldu mu hiç?

kafamın içindeki sesler karınca yuvası kadar yoğun. kendi sesime kulak veremiyorum. zihnim çelişkilerle o denli bütünleşmiş ki; düşüncelerim, aynı gömleğin üstüne zerk edilmiş farklı parfüm darbeleri gibi, zamanla kendi kokusunu yitirmiş.
kendimi açığa vuracak, soyacak, soyutlayacak bir şey bulamıyorum. hissettiğimi kabuğundan ayırıp bir kaba sığdıramıyorum, yazdığım her şey, ilk kez, boynuma bir urgan gibi dolanıyor. 
nefes almak için yazdığım her satır, soluk borumu yamalayan zift gibi hissettiriyor bana artık.
bu hüzün, bu kasvet yanılmış olmanın getirisi değil.
ceplerine sıkışmış son dal inancının, yastığının altında sakladığın uykularının hiç uğruna yok olmasının hüznü, kasveti.
son balonunun gökyüzüne değil, iğneye varması. sırtını dayadığın ağaçtaki son yaprak da yere düştü. bu durumu yadırgamıyorum artık. dur durak yok, sürekli bir tırmanma hali bu. 
bu yokuşun bir inişi olacaktır, diyordum, daha önceden. bu tepenin tek inişi, bu yokuşun tek inişi, bir uçurumun boşluğunda vaftiz etmek varını yoğunu; ruhunu. 
ama dediğim gibi, artık sorgulamıyorum. 
ıstırapların en afilisi; çaresiz kabulleniş halidir, ama 
zaten insan kendi felaketinden kaçamaz. 
helak edilecek bir kavme mensubum ve hiçbir hicret uzaklaştırmıyor tufanımı benden. 

yanan bir evin içinde değilim ki, 
yanan yer benim içimde. 

duvara asılan, gelip geçen herkesin gözüne çarpan bir portre gibi bütün tonları ezberlenmiş, tekmelene tekmelene bir kaldırımın kıyısında nüfuz edinmiş küçük bir taş gibi silinip gideceğim. kısa mesafe yolcularının en kadim arkadaşı olacağım belki de, dönüp hatırlamayacak kimseler, şöyle desinler istiyorum ardımdan;
rastgele açılmış bir radyo kanalında karşılaştığım, sevdiğim, işittiğim, melodisini mırıldandığım; 
ama yolun sonuna varınca bir daha sözlerini hatırlamadığım bir şarkıydı, hayatı.
şimdi bir saat öner bana, ne fazla namahrem olsun, ne fazla tamahkâr. 
sırat köprüsündeki trafiğin yoğun olmadığı bir saat olsun. 

şimdi
ya düşür altımdaki sehpayı
ya da çıkar boynumdaki urganı
sen buna sınav diyorsun tanrım 
ama 
gözümün içine baka baka 
infilak ettiriyor göğsümdeki kuşları

külden bir kale inşa ettim, 
ama yanacak zerrem kalmadı 
yok olarak suret kazanmış bir birikinti var avuçlarımda. 
esen her rüzgarın öpüp de azalttığı bir vicdan artığı. 
ey günbatımı, 
ey kıyıyı döven dalga,
ey kutsal misafir akşamın kızıllığı
bir bilet kesin bana, geri dönüşü olmasın.
bir mevsim söyleyin bana
ayrılığı zor olmasın.
bir de toprağa haber verin 
beni memleketinde ağırlasın. 
soran olursa; bir akşamüstü, ansızın,
kapalı bir pazaryerinde delirdi, dersiniz.
çaresizlikten, dersiniz.
güneş bile sırtını döndü yüzüne, 
yıpranmış, yamalı bir kalbi taşıyordu göğsünde, 
bir akşamüstü çaresiz kalıp, delirdi, dersiniz.
taş duvarları yıkamadı, 
demirleri sökemedi
ama hayatını yaktı, dersiniz. 
hayatını yaktı, 
kendisi bile aydınlanamadı. 

-çehremdeki solgun maviyi de
birileri çarmıha gerdi.

“zamanı oy 
sesini sakla 

unutulmasın” 

5 Mayıs 2018 Cumartesi

dua

dünyaya ayak uyduramıyorum
tanrım 
ama senin insanlarının hiç mi suçu yok?
yaradanı sevmekte zorlanıyorum 
yarattıklarından ötürü

tanrım
dünyanı bu denli kirleten insanları yarattığın için sana mı küsmeliyim
dünyanı bu denli kirleten insana mı sövmeliyim bilmiyorum
beni cehenneminde yakmadan
sırf orada yabancılık çekmemem için 
dünyadaki bütün zebanilerinle tanıştırman ne yüce davranış!

ama
tanrım
ben cehennemi yakından tanırım
annem az önce omzumda ağladı

tanrım 
halkı tarafından çivilenmiş peygamberin yorgunluğu var içimde
tanrım
beni unutmadığını bana hatırlatmana ihtiyacım var
bir çıkış kapısı göstersen artık
açılmasa da olur
kursağımda onlarca heves varken
senden istediğim bir parça nefes sadece

tanrım
ne zaman gün batsa 
cebrail dünyaya yeniden inmiş gibi 
ruhumun her karışını kıracak gibi sıkıyor karanlıkların
tanrım
bütün bunlar yetiyordu zaten 
sonbaharını niye çiçeklerimin üzerine yolladın

tanrım 
dikenler anavatanı oldu ciğerlerimin
insanın ciğerine zikrettiği her nefes biraz daha seyreltir mi insanı?
tanrım 
tankerler boşalsın gözlerimizden
zehrimizi dökelim topraklara
damarlarımda akan kan 
kendi bedenini zehirliyor artık

tanrım 
senin yalnızlığına ulaşmak için 
daha kaç fırın insan kaybetmemiz lazım?
yok edilemeyecek yalnızlığa aşinayız
şüphesiz
kanun hükmündedir yalnızlığımız

tanrım 
sarhoşken sadece sokak hayvanları müsamaha gösteriyor bana 
sarhoşken kırılmayayım diye sokak kedileri bile kaçmıyor benden
bu yükü kaldırmanın başka bir çaresi yok
sen bana inanmayacaksın biliyorum 
ama 
şairin de dediği gibi
“bu dünyanın anasını meyve suyu içenler sikti”

tanrım 
böyle gecelerde hayal kırıklığı pahasına da olsa
insan
bir şiir değil
bir şiire yazmalı
ama 
ben tüm bunları 

infilak etmiş bütün kuşlar için yazdım

31 Ocak 2018 Çarşamba

yağmurun pençeleri

aldırmadım soğuğa
ayaza
geçip gitti otobüsler
görmeyeyim karanlık pencereleri
dedim
eve varmayan tüm sokakları bağrıma bastım
bekleyecek bir annem yok evde
diye
cehenneme giden yolu uzattım

aldırmadım soğuğa
ayaza
sokakları arşınladım
dilimde akşam güneşi
yanımda kör bir kedi
fısıldadım ona
bekleyecek kimsesi olmayanlar için
cehennemin ön gösterimi bu dünya

aldırmadım soğuğa
ayaza
sana armağan selamlar aldım
sığmadı hepsi gözlerime
gömleğimin cebine sıkıştırdım
gözlerimin doluluğu bundandır
onlara bir müddet bak
tanrının bundan büyük rahmeti mi var?

aldırmadım soğuğa
ayaza
ansızın yağmur bastırdı
kör kediyi ceketimin içinde sakladım
bense
kalabalık bir sokakta
göze değmemiş selam gibi ortada kaldım

aldırmadım soğuğa
ayaza
yağmur ansızın bastırdı
bu kez kaçmadım
ele güne karşı ağladım
uluorta ağladım
yağmurun en güzel yanıydı
kimse ağladığımı anlamadı

yağmur ansızın bastırdı
titredim soğuğa
ayaza karşı
karnımın ortasından
göğsümün soluna doğru usul usul yürüdü sızı
her zerremde göğe çekildi titremenin bayrağı
kimsesizliğin başka deyişiydi
göğsünde kediyle
geçmek
yağmurlu sokaklardan

yağmur ansızın bastırdı
titredim soğuğa
ayaza karşı
izmarit topladım yerden sonra
basmak için boynuma
çünkü
söndürülmüş izmaritlere benzer
rujunun boynumda bıraktığı izler
sıcaklığı farklı
ama
acısı hemen hemen eşdeğer

yağmur ansızın bastırdı
titredim soğuğa
ayaza karşı
evin yolunu aradım
geçtim sokaklardan yanımda kör bir kedi
“kim o” diyecek biri varmış gibi
zili uzun uzun çaldım

cehennemin kapısını anahtarımla açtım
kıvrıldı kör kedi bir köşede
başucunda annesi yoktu
örttüm
sarıp sarmaladım
-ki
ben bilirim
başucunda anne olmamasını
elinde örtüyle
sen
saçlarını ört üstüme
çünkü
annem derdi ki
kar yağarmış uyuyanın üstüne

yağmurun pençeleri
pencerelerimi tırmaladı
aldırmadım
öptüm
gözünün değmişliği vardı
dudaklarının düşük yaptığı buğu
hala pencerede
tanrı buna kızacak
ama
ruh üflüyorum her sabah ona

22 Ocak 2018 Pazartesi

yanık

belirtmeliyim ki; bu bir hayal ürünü değil, 
bu bir senaryo değil. 
bu, hafızamda üçüncü dereceden bir yanık.
burada anlattığım her şey salt gerçek. kahretsin ki, burada ismi geçen kişi ve kurumlar gerçek. tepeden tırnağa. keşke olmasaydı. 
yaz stajı yaptığım dönem, yok pahasına. devlet dairesi, ücret yok. yol, yemek yok. su bedavaydı bir ara, damacana çabuk bitiyor diye personel kendi arasında para toplayıp almaktan da vazgeçmişti. içecek su bile yok. saç sakal serbestti. bir de dostoyevski, saatleri beraber öldürüyorduk. sakalım olmadığı için beni alakadar eden bir mevzu yoktu. terasta bol keseden sigara molası vardı, ve kot pantolon. belediyede bilgi işlem bölümü. sabahtan akşama dek bilgisayarın başında oyun oynayan kokoş teyzelerin çağrısına gidiyorduk genelde. dört katlı bina, üçüncü kat. bilgi ve siktiriboktan bütün işler için bizi arayın, bölümü işte. bilgisayar ağı hata verir, ararlar. öğle molasına çıkarken bilgisayarı uyku moduna alıp dönüşte açamadığı için arayanlar.. onu da siktir ediniz, elektrikler kesilmiş, 
bu bilgisayara ne oldu birden kapandı, diye arayanı bile var. emsali görülmemiş bir kitleyle iki ay geçirdim. yaz günü, herkes göt gezdirirken ben diyette olan didem ablanın light sütü için sokak sokak geziniyordum yani. stajyer, literatüre “ayakçı” olarak geçmeli. bölüm iki odalı, odanın içinde bir oda daha var. biz, sekiz kişilik stajyer grubu olarak orada beraber paylaşıyorduk oksijeni. hiyerarşik bir düzen yok, hepimiz ayakçıyız. sadece bazılarımızın sakalı var. onlar belediyenin imkanlarından daha fazla faydalanıyordu işte. ben ve ömer. sadece ömer’in ismini söylüyorum çünkü diğerlerinin bu satırlarda yeri yok. aslında benim de yok. ömer’in de yok lan. bu bizim hikayemiz değil, ama ömer’i severdim. güzel çocuktu. adını da bundan zikrettim zaten. 
içeridekiler de okan müdür, mesut ağbi, diyette olmasına rağmen sürekli kilo alan didem abla, yağız ağbi. yağız ağbi elli küsur yaşlarındaydı. bilgi işlem bölümünde olmasına karşın, bilgisayarı ütopya olarak görüyordu. sadece açıp kapamayı biliyor. bütün iş saati boyunca beşiktaş’ın transfer haberlerini kovalayıp, açık çay içerdi. adam, oturduğun yerden para kazanmak, deyiminin somutlaşmış haliydi. para kazanmak için hiçbir şey yapmıyordu. salt torpil. bir stajyer daha vardı, yasin ağbi. ben onun son dönemine denk geldiğim için bahsetmeyi unuttum. yasin ağbi stajyer olmasına rağmen askerliğini çoktan yapıp gelmiş, otuzlu yaşlarında. üniversiteyi nihayet bitirmek üzere, son stajı. bilgisayarın herhangi bir yerindeki parçayı kendi uzvuymuş gibi bilen, her şeyi yiyip yutmuş, görmüş geçirmiş bir adam. stajı bittikten sonra belediyeye girmek için iş başvurusu yaptı, reddedildi. yağız ağbi de onun hakettiği masanın başında oturup, onun hakettiği parayı yemeye devam etti. 
geçenlerde yemek siparişi verdim eve, rastlantı işte siparişi getiren kurye yasin ağbiydi. sırtını yaslayacak bir duvar bulamayınca umudu kesip yiyecek sektörüne yönelmiş. yine getir-götür işi, bu kez altında motor var. yadırgamak değil bu, bir sitem. neyse, zaten bu hikayenin ana karakteri yasin ağbi ya da yağız ağbi de değil. 
sabah 9, akşam 5. alarm her sabah çaldığında istisnasız her şeye küfrediyordum. her şeye. birçok insanın uyuduğu saatte uyanıp kendini kullandırmaya gidiyorsun. görev yaman, çiğdem ablanın light sütü, yağız ağbinin açık çayı, okan müdür’ün ağrıyan omuzlarına masajı seni bekliyor.
tam mesai saatinde orada olacaksın, tam mesai saati bitince ayrılacaksın. biraz geç kal, biraz erken çık, okan müdür fırçalar. bunun için para alıyor, tek vasfı o çünkü. 
hafta içi bir gün, akşamına mahalleden hasan ağbinin düğünü var. biraz erken çıkmak için izin istedim, nitekim birkaç yalan karşılığında kopardım izni. saçımı kestirdim, gömleğimi ütüledim. belirli bir uzaklıktan bakarsan yakışıklı bile sayılırım. festival düğün salonu, mahallenin yedisi-yetmişi orada. yaş ortalaması 116 falan. aşiret düğünü olduğu için kalabalık. silahlar patlar diye tetikteyiz. serkan ağbi -kendisi hasan ağbinin kardeşi oluyor. baran ağbi, ben, mert, kutay aynı masadayız. serkan ağbi düğün sahibi olduğu için koşuşturuyor. bir ara halaya kaldırdılar, halay başıyla halayın sonundaki kişinin arasındaki mesafe matematik problemi sayılır. en başındakiyle, en sonundaki kişinin arasında saat farkı var. öyle kalabalık. gece kavgasız gürültüsüz bitti diye sevinirken, hasan ağbi orkestrayı dövmek için harekete geçti bir ara. eski gece kulübü sahipleri, hasan ağbi sürekli müşterileri dövdüğü için battılar. meyhaneden devşirme küçük bir mekanları var şimdi. ölürken geçen film şeridi var ya, hasan ağbi elinde rakıyla, omzunda beşiktaş atkısıyla geçecek önümden muhtemelen. düğününde, sahneye beşiktaş marşıyla çıkan son derece beşiktaşlı bir ağbimiz. ayık olduğu bir anı yok ona ait bende. ana sütü yerine bira içtiği rivayetleri var adamın, öyle bir adam. orkestraya tav olma nedeni saat onikiden sonra çevreye rahatsızlık vermemek adına orkestranın istek parça almadan yavaş yavaş organizasyonu sonlandırmak istemesi. bakarsan adamlar haklı, ama gel gör aşiret düğünü, adamlar ana karnından halay mendiliyle çıkıyor, sadece oynamak için gelmiş bir kitle var oraya. ek olarak hasan ağbi faktörü. biraz gerginlikten sonra orkestra boynu bükük devam etti çalmaya. gecenin sonuna planlar yapıldı, serkan ağbi bir yetmişlik viski atmış zulaya. ben, serkan ağbi, baran ağbi, mert, kutay göze basmadan gecenin sonunda demleneceğiz bir yerde. yavaştan gecenin sonu gelince ben gidip arabadan viskiyi aldım. mert, ben, kutay gazikent tarafında bir parka geçtik. çok geçmeden baran ağbiyle, serkan ağbi de geldi. ben ertesi gün staja gideceğim diye pek haşır neşir olmadım viskiyle. saat üçe merdiven dayamıştı ayrılmak üzere kalktık, yerde çöp bırakmadık tabi. hassasız bu konularda, yere çöp atan göttür. serkan ağbinin isteği üzerine ona iki tane kırmızı tuborg aldık. o bakkal 7/24 açık. sağ olsun, kimsenin saat 10’u geçtikten sonra rahatlıkla alkol satamadığı ülkede, o, sabaha karşı üçte bile şifa dağıtan bir ağbimiz. ruhuna pranga vurulmamış ama dükkana kilit vurulmasın diye pembe poşetin içinde veriyor alkolü. 
mert ve kutay beraber kalktılar. ben, serkan ağbi ve baran ağbi beraber kalktık. onlardan ayrı bir istikamete doğru yol aldık. üç çeyrek gibi mahalledeki muhtarlığın oraya çöktük, serkan ağbi orada devam etti içmeye. sohbet bitmeden uzuyordu. aroması kaçmış sakız gibi bir süre sonra alınan haz, yerini ızdırap hissine bırakıyordu. ben sabah nasıl uyanacağımı düşünüyorum, müsade istemek için söze girdim, serkan ağbi, şu biram bitsin beraber kalkarız, dedi. tanıdık bir sahne. serkan ağbi son birasıyla nam salmış bir ağbimiz. ortamın ahengi bozulmasın diye, o bira sidik gibi olana kadar ağır ağır içer. o bira bitmeden kalkamaz oradan kimse. bir çeşit işkence yöntemi. bunu duyduktan sonra eşeğine kırbaç vurulmak istenen sezercik gibi dehşete kapıldım, çok sürmedi. 18 saniye sonra muhabbete devam ettik. 
zaten konuşulacak şeylerin sırası bellidir. beşiktaş, fenerbahçe rekabeti ile başlanır. futbolla yatıp kalkan adamlar olduğumuz için alkolün de tesiriyle birbirimizin kafasında bira şişesi patlatmazsak sohbet ilerleyerek devam eder. ardından biri zehri salar siyasete döneriz. neyse ki hepimizin görüşü birbirine yakın. ağız birliği ile ritüel yapıp politiklere ağız dolusu küfür ederiz. işler böyle yürür çünkü. cebin doldukça, ağzındaki isyan törpülenir. ters orantı. ağzımız, cebimizden kalabalıktı. 
konuşacak bir şey kalmamıştı, serkan ağbinin son birasının da bitmeye gönlü yoktu. 
kulağına bir şeyler gelmiş serkan ağbinin. mahallede yirmili yaşlarında düşkün bir genç kız, nereden geldiği belli değil. birileri bu kızın sırtından para kazanıyormuş. bir defa görmüş serkan ağbi; esmer, küt saçlı, incecik, çelimsiz bir kız. pazar yerinin yan tarafındaki küçük cepte, hurda olmuş, camları kırık dökük bir araba vardı, orada yatıp kalkıyormuş. gece çok soğuk olursa camide kalıyormuş bazen. üstünde bir askılı sadece. üzerinde çok durmadık bile. beşiktaş-fenerbahçe rekabetinin yarısı kadar konuşmamışızdır. genelde böyle olur, bir felaket seni teğet geçtiyse, az sonra hiçbir şey olmamış gibi o yolun ortasından yürümeye devam edersin. ta ki, bir araç gelip seni dümdüz edene kadar. şimdi düşünüyorum da, 
biz insanlar, tanrının portresinde kusurlu birer fırça darbesiyiz sadece. 
o gece her birimiz evimize gidip uyuduk, bir felaket bizi ıskalamıştı. uykumuz vardı ve sıcak yataklarımız. bir fırtına, henüz güvertemize misafir olmamıştı, bir araç gelip bizi dümdüz etmemişti. bir hurdada değildik ve camlarımız sımsıkıydı. örttük üstümüze yorganımızı ve içimize karanlığı.
bir daha da konuşmadık, 
onun yine bir askılısı, bir terliği vardı,
bizim bedenimizin üstü katlarla örtülü, insanlığımız yalınayaktı. 
biz, onu hiç hatırlamamak üzere evlerimize dağıldık. 
aradan aylar geçti, 
birkaç gece önce, gece yarısı şahin tepesinde bağrışmalar duydum. polisi aradım, durumu anlattım. apartmanın önünde bekleyip, yolu izlemeye başladım. bağrışmalar bir müddet sürdü, daha sonra kesildi. polisi arayalı 30 dakika geçmişti. gelen giden yok, derken, ağır ağır ilerleyen bir ekip gördüm. şahin tepesi tarafına gitmesi gerekirken, farklı bir yöne doğru gidiyordu. peşinden koştum, otobüs durağının yakınlarında fark ettiler beni, durdular. 
ağbi, dedim. arayalı yarım saat oldu. 
biz ihbar üzerine gelmedik, dedi. devriyeyiz. 
başımdan aşağı kaynar sular döküldü, alelacele durumu anlattım. 
tamam biz bir bakalım o zaman, dediler. 
gittiler şahin tepesine doğru, çok geçmeden bir de ambulans çıktı ardından.
ertesi sabah mahalledeki küçük çocuklardan öğrendim. ismini bile bilmediğimiz, esmer, küt saçlı, çelimsiz kızmış. 
tecavüz edip, defalarca bıçaklamışlar. yolun kenarına bırakıp kaçmışlar. 
ailesi sırt çevirmiş, uyuşturucuya saplanıp kalmış. defalarca ölmüş aslında. 
bu kez terliği de yokmuş ayağında, 
yattığı hurdanın camlarını gazete kağıdıyla kapatmış, korumamış onu gazete kağıtları. 
kan kaybından öldü, demişler. 
biz, o gece susarak öldürdük onu. 
ismini dahi bilmiyorum, bu senin hikayen. 
biz, o gece sustuk ve sen öldün.
sustuk

seni biz öldürdük.